HDP’nin Edirne Cezaevi’nde tutulan eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, bugün Yeni Yaşam gazetesindeki köşesinde 1924 Anayasası ile birlikte Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin katı bir merkezi yapıya büründüğünü, 2000’li yıllara kadar devletin Kemalist elit ve DP’liler tarafından ele geçirilerek yönetildiğini savundu. Demirtaş, AK Parti’nin devlete ele geçirmesinin engellenmesi üzerine Gülenciler’in imdada yetiştiğini ve devleti ele geçirdiğini anlatırken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Gülen cemaati ilişkisine dair tespitlerde bulundu. Demirtaş’ın yazısı şöyle:
Demirtaş’ın Yeni Yaşam gazetesindeki yazısı şöyle:
Biliyorsunuzdur, ceza kanununda “devleti yıkmaya teşebbüs” diye bir suç var. Cumhuriyet tarihi boyunca, Kürtler başta olmak üzere muhalifler ve özellikle de devrimciler için bu yasa maddesi çokça işletildi. Söz konusu suç, özelliği itibariyle sadece teşebbüs suçu, yani girişimi olarak işlenebilir. Eğer suç, girişim aşamasını geçer ve tamamlanırsa ortada bu suçu yargılayacak bir devlet kalmayacağından suç da oluşmamış olur. Ceza hukuku açısından durum böyledir. Peki söz konusu devlet içeriden, tüm kurum ve kuruluşlarıyla yıkılırsa siyaset bilimi ve sosyolojisi açısından durum ne olur?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1921 Anayasası’nın inkarı ve tasfiye edilmesi üzerine yapılan 1924 Anayasası ile birlikte, katı merkezi yönetim şekli olan bir ulus devlet olarak ilan edilmiştir. Buradaki merkezilik sadece idari açıdan değil; siyasi, kültürel, sosyal ve ekonomik açıdan da tam bir katı merkeziliktir. Bu, Cumhuriyet’in kurucu elitleri tarafından jakobenizm ve toplumsal mühendislik mekanizmasına dönüştürülen acımasız bir merkeziliktir. Parlamento, yargı, bürokrasi, akademi, yerel yönetimler, ordu, sanat ve edebiyat, ekonomi, dahil olmak üzere devletin müdahil olduğu tüm alanlarda koşulsuz ve istisnasız olarak bu küçük grubun hakimiyeti vardır. Dolayısıyla Türkiye’de devlet, daha kuruluşta ele geçilirmiş bir devlettir. Yani “devlet önceden halkındı, Cemaat ve AKP sırayla devleti ele geçirdi” demek eksik ve yanılgılı bir yaklaşımdır.
Cumhuriyet’in ilk 25 yılında “devleti ele geçirme hakkını” Kemalist elit kullanırken, 1946 sonrasında bu “hakkı” Demokrat Partililer kullanmıştır. Yassıada faciası sonrasında “bu hak” tekrar Kemalist elitlere geçmiş, zaman zaman gevşemeler olsa da 2000’li yıllara kadar devlet onların kontrolünde olmuştur. Bir ara Milli Görüşçüler devleti ele geçirmeye kalkınca müesses nizamın temsilcilerinin postmodern 28 Şubat darbesiyle bu “tehlike” bertaraf edilmiştir.
AKP 2002’de iktidarı devralınca geçmişten çıkardığı derslerle, devleti ele geçirme icraatına daha özenli ve temkinli girişmiştir. Ancak kendini devletin asıl sahibi olarak görenler, bu sinsice(!) yaklaşımı fark eder etmez AKP’ye kapatma davası açılmıştır. AKP yönetimi ve devlet arasında yapılan görüşmeler sonucunda, AKP’nin devleti ele geçirmeye çalışmaması ve İslamcılıktan vazgeçmesi şartıyla kapatma kararından vazgeçilmiştir. Ancak AKP hükümeti bu Kemalist elite karşı devlet içinden hamle yapacak güce ve onların yerine yerleştireceği nitelikli bir kadroya sahip olmadığından, imdada Gülenciler yetişmiştir. Tamamı “iyi eğitim” almış Gülenci kadrolar, Milli Görüşçülere kıyasla devlet yönetmeye daha yatkındı. Zaten “Hocaefendi”nin tüm sağ partilerle ve devletle arası iyi olduğundan bu yerleştirme süreci başlangıçta tehdit olarak algılanmamıştır. Ve Cemaat, bir dizi ustaca müdahale sonucunda devleti ele geçirmeyi başarmıştır.
Sonrası malumunuz. Cemaat, ele geçirdiği devleti Recep Tayyip Erdoğan’a yar etmemeye karar verip de Erdoğan bunu fark edince ortaklık bozulmuş, 15 Temmuz darbe girişimine kadar giden bir dizi olay tetiklenmiştir. Sonrasında ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında Erdoğan ve ekibi (Devlet Bahçeli, Mehmet Ağar, Doğu Perinçek) devleti ele geçirmeyi başarmıştır.
Konuyu çok dağıtmadan bir gözlemimi araya sıkıştırmak istiyorum. Kanımca, Erdoğan’ın kendisi Fethullah Gülen’den ve cemaatinden hiçbir zaman hazzetmemiştir. Hatta iktidarını Gülen Cemaati ile paylaşmak zorunda kalmış olmaktan dolayı içten içe onlardan nefret ettiğini söylersem abartmış olmam. Bir noktadan sonra Cemaatçilerin de Erdoğan’a benzer duygular beslediği bir sır değil tabii ki. Cemaatin Türkçe Olimpiyatları adlı bir etkinliğinde Erdoğan’ın Gülen’e hitaben “bitsin artık bu hasret” diyerek yaptığı Türkiye’ye dön çağrısı, aslında samimi bir çağrı değildir. Erdoğan, Gülen’in niyetini çok önceden sezip onu Türkiye’ye getirerek kontrol altına almaya çalışmış, söz konusu çağrıyı da bu amaçla yapmıştır. Ben Erdoğan’ın o sözlerini Meclis’teki odamda televizyondan duyduğumda da böyle düşünmüştüm, halen de böyle düşünüyorum. Gülenciler konusunda Erdoğan bir aşamadan sonra AKP kurmaylarını ikna edemediğinden yalnız kalmıştır. Bunu Erdoğan’ın siyasi sorumluluğunu hafifletmek için söylemiyorum tabii. Bununla birlikte, yorumum budur. Bir cümleyle özetlemem gerekirse Erdoğan, Gülen’i devlet için değil, kendi iktidarı için tehlikeli görmüştür.
Velhasıl Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni en son ele geçirmeyi başaran AKP ve ortakları olmuştur. Fakat bu defaki ele geçirmenin öncekilerden temel bir farkı vardı, tek adam rejimi şeklinde olması. Yani 90 yıl boyunca elit bir grubun yaptığını bu defa tek bir kişi yapmaya kalkışıyordu. Halk değil ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kemalist elitin halka rağmen yönetme tarzına zorlamayla da olsa kısmen uyum sağlamaya başarmıştı. Ama devlet, 2000’li yıllarda tek bir kişinin bütün devleti ele geçirmesine uygun bir devlet de değildi. Zaten hiçbir zaman demokratik, halkçı, katılımcı olmayan devlet, birdenbire tek adamın kontrolüne geçince çöküverdi. Ve hepimiz gördük ki, meğerse Türkiye Cumhuriyeti Devleti hiç kurulamamış. Adeta kağıttan kaplanmış. Tek bir adam onu ele geçirip tüm kurumları kendine bağlayarak işlemez hale getirebiliyor, çökertebiliyormuş. Ne yargı varmış memlekette ne hakim. Ne yasama varmış ne de bilim. Bürokrasi veya medya, halk için olduğu söylenen güvenlik kurumları… Hepsi boşmuş, içleri kofmuş meğerse.
Tamam, böyle olduğu ortaya çıkmış da bütün bunları Erdoğan mı bu hale getirmiş? Bu soruya verilecek özlü, samimi ve doğru bir yanıt, geleceğin Türkiye’sini kurmada yol gösterici, umut verici olacaktır. Devlet daha en başından yanlış kodlarla, yanılgılı yaklaşımlarla inşa edilmiştir. Halkın katılımının olmadığı, elitlerin, grupların, sermaye sahiplerinin devleti olmuştur ama ne Türk’ün ne Kürt’ün ne de diğer halkların devleti olabilmiştir. Şimdi, hazır Erdoğan millete bir iyilik (!) yapıp bu devleti çökertmişken geçmişle cesurca yüzleşip devleti yeniden ama demokratik ilkelere uygun bir şekilde kurmak ve herkesin devleti yapmak için ortaya bir fırsat çıkmıştır.
İşte demokrasi bloku özellikle bunun için şarttır ve içinde mutlaka HDP’nin de olacağı bir ittifak hükümetine doğru gitmek elzemdir. Artık devlet, ele geçirilecek bir mekanizma olmaktan çıkarılmalı, tüm kurum ve kurallarıyla işleyen ve iktidara, partiye, lidere göre değişmeyen bir demokrasiye kavuşturulmalıdır.
Bu haftaki kitap önerim, Mehtap Ceyran’ın Bekleyişin Şarkısı adlı romanı.
Kaynak: Duvar